Üstün Yetenekli Çocuklara Ailelerinin Yaklaşımı

Çocuklar Dâhi, Aileler Bilinçli

Arkadaşlar Fatma Şenadlı Kavak’ın  Ocak 2011’de Moral Dünyası Dergisi’nde Üstün Zekalı  Çocukların aileleriyle yaptığı röportajı sizlerle paylaşıyorum. Bu ailelerimizden çocuklarımızın gelişimi için çizmeye çalıştığımız yol haritasında bir çok fikir edineceğimizi umuyorum.

Üstün zekâlı olmak, bilinçli bir anne-babaya sahip olmadan bir işe yaramıyor. Dâhi çocukların aileleri çocuklarının IQ seviyesini bilmeden önce de çocuklarıyla iyi bir iletişim kurmuşlar. Dâhi oldukları testlerle kanıtlandıktan sonra da hayatlarında çok az farklılık olmuş. Ailenin çocuğuna yaklaşımı değişmemiş fakat almaları gereken önlemleri almaya başlamışlar.

 Bir anne-baba, çocuk sahibi olduğu zaman onlar için en önemli husus tabii ki çocuklarının bedenen ve zihnen sağlıklı olmalarıdır. Bu şartlar oluşmuşsa, ikinci olarak da bir de “zeki” ve akıllı ise başka ne istenebilir ki! Verdiğiniz her bilgiyi hemen alır, pratik zekâsından dolayı üzerinde çok durmanıza gerek kalmaz, okur, ”büyük adam” olur. Daha ne olsun ki…

Uzaktan bakınca üstün zekâlı/dâhi çocukların portresi böyle görünüyor. Gerçekten de ortalama bir zekâ ile normal bir çocuğun beş yılda aldığını onlar beş ayda alabiliyorlar. Anlama ve kavrama hızları çok yüksek. Dört yaşlarında kendi kendilerine okumayı söküyor, iki-üç lisanı belli bir seviyede öğreniyor, ailenin yönlendirmesi doğrultusunda verileni hemen hıfzediyorlar.

Dâhi çocuklara sahip olmayan ve olmadıkları için içlerinde hafif bir burukluk yaşayan diğer anne-babalar için söylenecek ve çoğu zaman bilinmeyen başka bir yönden de bahsederek başlayabiliriz onları anlatmaya…

Üstün zekâlı oldukları belgelenmiş çocukların aileleriyle görüştüğümüzde madalyonun iki ayrı yüzüyle karşılaşıyoruz. Ailelerin durumunu, hız yapma işlevi ve motor donanımı üstün bir araca sahip gibi düşünebiliriz. Arabalarıyla varmak istedikleri yere daha hızlı ve çabuk gitmeleri mümkün, fakat yavaş giden bir araçtan üç-beş kat daha dikkatli olmaları gerekiyor. Aileler, tabiri caizse, güçlü bir arabaya sahipler hatta bu arabaya sahip olmak çok da “havalı” bir şey ama hız dengesini ayarlayamama riski hep yanı başlarında duruyor. Bu da onlara korku ve mutluluk duygularını birlikte yaşatıyor.

Dört yaşında üç dil

Madalyonun iyi yüzü tahmin edildiği gibi güzel ve cazip… Beyza Günsür, 9 yaşında. Fakat o çoğu yaşıtlarına göre biraz farklı. Anne Filiz Günsür, kızındaki değişikliği daha bir yaşında anlamaya başlamış; bir yaşındayken çok güzel konuşabiliyor, kendini ifade edebiliyormuş; normal çocukların davranışlarının çok üzerinde olgun ve mantıklı bir çocukmuş. Mesela anne bir şeyi ezberletmek için hiçbir zaman üç seferden fazla söyleme gereği duymamış. Çocuktaki kavrama hızının yüksek olmasından dolayı aile farklılık sezinlese de bundan dâhi bir çocuk çıkarımı yapmamış. Çevredeki insanların, çocuğunun farklı olduğunu söylemelerine karşın aile buna hiç kulak asmamış. İlgilenilen her çocuğun böyle farklılıkları olabileceğini düşünerek…

Anne çocukla Almanca, baba ise hep Türkçe konuşmuş. Bir buçuk yaşına geldiğinde rahatlıkla anne ile Almanca, baba ile Türkçe konuşabiliyormuş. Halası ise Beyza ile sadece İngilizce iletişim kurduğundan, oradan da kulaktan dolma bir İngilizcesi varmış. Anne, İngilizceyi nasıl geliştirdiğini hâlâ bilemediğini söylüyor: “Halasıyla sadece hafta sonları görüşüyorduk. Fakat diğer diller kadar olmasa da onu da kavradı. Zamanla onu da kullanmaya başladı. Çevremde kıyas edebileceğim kimse de olmadığı için hiç öyle üstün zekâlı olabileceğini düşünmüyordum çocuğumun. Benim kafamdaki dâhi çocuk portresi daha 3,5 yaşındayken üniversite öğrencisi gibi her şeyi bilen, derin konulara girebilen bir portreydi. Fakat benim çocuğum bana göre bu imajın dışında duruyordu, hatta bazı konularda geriydi. Her konuda pratik de değildi. Anlayabilmesi için ona hâlâ açıklama yapmak zorunda kalabiliyorum. Mesela okuldan geliyor, atkısıyla, montuyla oturuyor. Ben ona üstünü çıkar diyene kadar bazen çıkarmayabiliyor. Sofradayken ona yemeğe başla demeden başlayamayabiliyor, akıl edemeyebiliyor. Sonradan araştırdığımızda üstün zekâlılarda hani bir konuda çok üstün oldukları için bazı konularda da geri kalabiliyorlarmış. O da işte ekstra çalışmalarla geliştirilebiliyor ama bazen tam olarak gelişmiş olsa da sosyal zekâları geri kalabiliyor.”

Günde beş saat kitap

Üstün zekâlı olmak, bilinçli bir anne-babaya sahip olmadan bir işe yaramıyor anladığımız kadarıyla. Günsür ailesi çocuklarını üstün zekâlı olup olmadığını bilmeden eğitimiyle ilgilenmiş. Kitapçılara götürüp çocuğun kendi tercihini daha iki-üç yaşındayken yapmasını sağlamışlar. Hikâye bölümünde kitap seçmesini beklerlerken Beyza, hayvanları tanıtan koca ansiklopedilere yönelirmiş. Peşinden insan vücudunu anlatan ansiklopedilere, son olarak da uzay bilimini anlatan kitaplara yönelmiş. Okula başlayana kadar evde beş saate yakın kitaplarla haşır neşir oluyormuş. Tabii ki çizgi filmler de hiç cazip gelmemiş Beyza’ya. Anne, ilaç alır gibi çocuğuna kitap alıyormuş. “Kitap olmadan Beyza yapamaz ki! Bitince yenisini hemen alıyoruz” diyor anne.

Beyza, günlük yarım saatlik televizyon seyretme hakkını belgesel seyrederek kullanıyormuş. Akranları gibi klasik hikâye kitabı okumak, oyuncak bebekle oynamak ise onun meşgaleleri arasında hiç olmamış. Dâhi çocukların müzik kulakları da gelişkin olduğu için müziğe de yatkınlıkları oluyor. Beyza, piyano çalıyor ve duyduğu melodileri de uğraşarak çıkaracak kadar piyanoya vakıf.

Beş yaş altı çocukların soru sormaları tabii karşılanabilir. Fakat Beyza ile ailesi arasındaki konuşmaların çoğu soru cevap üzerine kuruluymuş. “Her gün yüzlerce soru sorardı ve tatmin olana kadar sormaya devam ederdi. Ben de hep elimden geldiği kadar detaylı cevaplar vermeye çalışıyordum. Mesela sehpayı anlatırken onun sadece sehpa olduğunu değil ahşaptan yapıldığını söylerdim. Tatmin olmazdı, mutlaka nasıl yapıldığını, ne işe yaradığını söylüyordum. Her şeyin özünü merak ederdi. Salatalığın nereden geldiğini bile sorardı” diyor anne.

Altı yaşında anaokulunda yapılan test sonucu üstün zekâlı olduğu anlaşıldıktan sonra da ailede pek bir değişiklik yaşanmamış. Filiz Hanım, bundan sonra üzerine düşen vazifenin ne olduğunu sorduğunda eğitmen onlara şimdiye kadar ne yaptıysa aynı devam edebileceğini söylemiş. Beyza Günsür şimdi yüzlerce çocuğun arasından ilk 16 arasına girerek özel bir okulun dâhiler sınıfında okuyor.

Üstün zekâlı bir çocuğa sahip olmak nasıl bir duygu diye anneye soruyoruz. Anne hem güzel hem de çok zor olduğunu belirtiyor: “Çok sabır gerekiyor. Uzun uzun sorulara cevap vermek gerekiyor yani gerekirse işinizi bırakıp onunla ilgilenmelisiniz. Motive etmek gerekiyor. Onun gelişimi ve istekleri doğrultusunda yardımcı olmamız gerekiyor. Bu da hep ayık ve uyanık olmak anlamına geliyor. Biz şanslıyız çünkü çocuğumuz için özel eğitim veren bir sınıfta okuyor. Okul ile birlikte hareket ettiğimiz için işimiz daha kolay.”

Ailenin çocuğundan yüksek beklentileri yok. Mutlu ve bilinçli bir çocuk olduktan sonra hayatta yapmak istediği her sağlıklı tercihinin destekçisi olacağını söylüyor aile. Yarış atı gibi o kurs senin bu kurs benim fikrine de çok karşı Günsür ailesi: “Potansiyelini kullansın fakat sırf üstün zekâlı diye de çocuğu sıkmanın anlamı yok. Elinden geleni yaptıktan sonra bizim afakî beklentimiz olmaz.”

Beyza Günsür şimdi yavaş yavaş diğer çocuklardan farklı olduğunu anlıyor fakat tam olarak bilincinde değil. Zaten aile hiçbir zaman ona dâhi olduğunu söylememiş. Hatta çok mahrem bir bilgi gibi saklanıyor. Birinci dereceden akrabalarının bile haberi yok. Eğer kendisindeki farklılığı çocuk anlarsa bu onun iç dünyasında travmaya bile sebep olabilir. Farklılığı diğer insanlarla ve toplumla kaynaşmasını engelleyebilir.

 “Allahın bir lütfu bu”

Üstün zekâlı bir diğer çocuğumuz da Salih Düzgün. 10 yaşında olan Salih de üstün zekâlı çocuklar için eğitim veren özel bir okulda okuyor. O da diğer dâhi çocuklar gibi bilim teknik kitaplarını hikâye kitaplarına tercih edenlerden.

Ailesi çocuklarının bebeklikten itibaren algılama hızının yüksekliğinin farkındaymış ama dâhi olabileceğini düşünememişler. Hâlâ da ona üstün zekâlılığı konduramıyorlarmış. Çünkü Salih bazen yaşıtlarından daha çocuksu davranabiliyormuş. Onların da dâhi imajı yaşının üstünde olgunluk gösteren çocuk profiliymiş. Dolayısıyla hiç yerinde durmayan, kıpır kıpır olan Salih’in anaokulu öğretmeni test yaptırmasını önermemiş olsaymış belki bu durumu bilmeyebilirlermiş.

“Allahın bir lütfu bu. Anne-baba olarak sorumluluk hissediyoruz. Bu bir şans ama sorumluluğumuzu arttıran bir şans…” diyor baba Mustafa Düzgün. Dâhi olduğu anlaşıldıktan sonra ailenin çocuğuna yaklaşımı değişmemiş fakat aldıkları eğitim seminerleriyle birlikte yapageldikleri küçük hatalarını değiştirmeye, almaları gereken önlemleri almaya başlamışlar. Düzeninin zikzak çizmemesi gerektiği için aile içindeki ilişkiler üzerinde daha dikkatli olmuşlar. Ev düzenini bile çocuk üzerinden yapmışlar. Taşınmayı düşünürken Salih için taşınmaktan vazgeçmişler. Yani çocuğun çevresel etkilerini düşünerek hareket etmişler. Onların çocuklarından beklentileri ışıltılı ve tanınan bir isme sahip olması değil maneviyatıyla birlikte zamanının enstrümanlarını kullanarak örnek bir kişilik olması.

Salih okulunda kendi sınıfındaki arkadaşlarıyla birlikte diğer sınıflardaki yaşıtlarından farklı olduğunu ailesine ifade ediyormuş ama dâhi olduğunu kesinlikle bilmiyormuş. Mustafa Bey çocuğun potansiyelini bilmesinin çocuğa zarar verebileceğini, doğru değerlendirme yapamayacağını, dolayısıyla ondan sır gibi sakladıklarını söylüyor. Kendilerine kalsa belki de Salih’e söyleyebileceğini fakat öğretmenlerinden uyarı aldığını söylüyor.

Yorum Ekle

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir