Harika Çocuk mu, Mutlu Çocuk mu?

Harika Çocuk mu, Mutlu Çocuk mu?

Arkadaşlar Psikoloji Gazetesi yazarlarından Psikolojik Danışman Zuhal GÜNEY’ in yazısını sizlerle paylaşıyorum.

“Dünyada kusursuz iki insan vardır: Biri ölmüştür, öteki ise doğmamıştır.”(Çin Atasözü)
Her anne baba kendisinin ne kadar zayıf olduğunu, mükemmellikten ne kadar uzak olduğunu bilir. Ama bunu çocuğuna konduramaz. Çocuğu onun için kalbinin en derin yerlerinde yatan hayalidir. Herkesin içindeki çocuk coşkuludur, duygusaldır, mantıklıdır, çalışkandır, özverilidir, vefalıdır, zekidir ve başarılıdır. Ne zaman ki çocuk sahibi olunur, içteki çocuğun dışarı çıktığı sanılır. Mükemmel, minik yavrunun bedeninde ve ruhunda aranır. Artık o, Harika Çocuk’tur.

Harika çocuk diye bir şey yoktur aslında. Böyle bir sıfat koyarak bir çocuğu diğerlerinden ayırmak doğru değildir. Çünkü yeryüzündeki her çocuk özeldir. Yeter ki onu özel yapan unsurları görebilelim. Ama kimi yetişkin şurada hataya düşer; zeki ya da yetenekli çocuk sayısal ya da sözel alanda üstün performans göstermeli, derecelere girmelidir. Çocuk, bu alanlarda üstün performans sergilemediğinde “tü kaka” olur ve diğer yetenekleri göz ardı edilir. Oysa öğrenme güçlüğü çeken bir çocuk, pekâlâ çok yetenekli bir ressam yahut başarılı bir piyanist olabilir. Yeter ki çocuklar doğal ortamlarında objektif olarak gözlemlensin.

Belki çocuğumuz hayallerimizi gerçekleştiremeyecek, belki onun için biçtiğimiz hayatı yaşamayacak, belki düşündüğümüz gibi matematik profesörü olamayacak ama başarılı bir ressam olup mesleğini mutlu bir şekilde icra edebilecek.

Mutlu olmak demek etrafına huzur saçmak demek, mutlu olmak demek pozitif insan olmak demek, mutlu olmak demek sağlıklı bir birey olmak demek…

Tersini düşünelim, çocuğumuz, istediğimiz gibi tıp profesörü oldu ama mutlu değil, sürekli depresif bir ruh hali içinde robot misali işine gidip geliyor. Bir anne, bir baba olarak buna gönlümüz razı olur mu? Bu bir hak değil mi? Çocuğumuzun istediği mesleği yapmasını engelleyip, bizim hayalimizdeki mesleği yapması ve bundan zevk almaması, hastalarına gerekli ilgi ve hoşgörüyü göstermemesi vicdanımızı sızlatmaz mı? Hem çocuğumuzun hem de o tanımadığınız, varlığından bihaber olduğumuz hastaların haklarına girmiş olmaz mıyız?

Çocuk, dünyaya potansiyel sahibi olarak gözlerini açar ve her çocuğun mutlaka farklı konularda yeteneği vardır. Ama şunu unutmamalıyız; evet çocuğumuzun herhangi bir alanda yeteneğini gördük, keşfettik ve çocuğumuzu iyi okuduk, çok güzel… Lâkin dedik ya her çocuk belirli bir potansiyelle dünyaya gelir, işte bu, şu demektir: Diyelim ki çocuğumuz küçük yaşlardan itibaren kalemi çok muntazam tutuyor, yaşı büyüdükçe kendi yaş grubundan çok daha iyi çizim yapıyor, gün geliyor resim yarışmasına giriyor ve 3. oluyor. Kıyametleri koparıyoruz. Neymiş efendim “Çocuğum nasıl 1. olamadı!”. Hem kendimizi hem de çocuğumuzu yıpratıyoruz. Bir kere şunu iyi bilmeliyiz; doğuştan gelen potansiyel belirli bir noktada ise o özü, o potansiyeli öylece kabul edip fazlasını beklememek gerekir. Yani özüne saygı duymalıyız. Beklentilerimizi zirveye taşıyıp, mutlak suretle çocuğum birinci olmalıdır gibi takıntılı düşüncelere kendimizi kaptırmamalıyız. Yavrusu 3. olduğunda neden hayıflanır ki insan? Yarışmaya katılan 300 resim arasından 3. olmak büyük bir başarı değil midir? Ama biz insanlar doymak bilmiyoruz ve daha fazlasını, daha daha fazlasını istiyoruz. Yetinmek yok lügatimizde, şükür ise minimum düzeyde. Bulunduğumuz konumdan daha aşağıda kimseleri düşünüp hamdetmek ise çok nadir sergilenen bir davranış. Yok, böyle olmaz, şükür dilden düşmemeli her daim…

Bir düşünün çocuğunuz dereceye girmese bile, ismini bir yerlerde duyuramasa bile sizin sağlıklı bir evladınız olduğu için, ona birçok imkân sunabildiğiniz için, rahat bir ortamda (açlık, susuzluk, savaş, kargaşa ortamlarından uzak) olduğu için her an ağzımızda hamd u senalar olmalı.

Çocuklarımızı doğru okuyabilmek, onların “özüne” saygı duymak son derece mühim. Öze saygı duyalım ki isteklerimizi ona göre belirleyebilelim. Örneğin çocuğumuz sayısalda değil de sözel alanda başarılı ise bu durumu kabullenip onun için en iyi olanı ona destek olarak gösterelim. Bir babanın “Bak dayının oğluna ne kadar başarılı, matematikte sürekli ful çekiyor, babası tıp okuyacak bizim oğlan diyor, peki ya sen? Sen ne okuyacaksın? Neymiş efendim şiirler yazıyormuş da romanlar ilgi alanıymış da şair-yazar olacakmış da mışmış. Ohooo! Geç bunları, bu meslekler karın doyurmuyor, hem kimse bu işleri önemsemiyor. Adamakıllı çalış, gerekirse matematik hocası tutalım, özel ders al, sayısalını düzelt, toplumda saygı gören bir meslek seç. Dayının oğlunu örnek al biraz.” dediğini düşünelim.

Bakar mısınız babanın içler acısı durumuna. Çocuğunun kapasitesine, özüne saygı duymamasına mı yanarsınız, çocuğunun tercihlerini küçümsemesine mi, el âlem ne der düşüncesine sahip olmasına mı, yoksa bencil duygularının esareti altında çocuğunun hayatını etkileyecek olumsuz kararlar vermesine mi?

Belirli sınırlar çerçevesinde çocuğumuza seçme hakkı tanımalıyız ki çocuk “Ailem benim kararlarımı destekliyor, bana saygı duyuyor.” diyebilsin. “O zaman böyle bir aileye layık olmak için elimden geleni yapmalıyım.” Diye düşünebilsin.

Diğer yandan gerçekten Harika Çocuğumuz olabilir. Bu ise bambaşka bir sorundur. Edebiyatçı yazar Doğan Hızlan bir yazısında harika çocuklar hakkında şöyle der:

“Bütün ana-babalar, Justin Chapman gibi bir çocukları olsun ister. Harika Çocuk dediğimiz cinsten. Herkesi şaşırtan bu küçük Amerikalı kimdir?

JustinChapman, 2 yaşında keman çaldı, 3 yaşında iyi bir satranç oyuncusuydu, 4 yaşında Stanford Ünivesitesi’ndeki dersleri anlıyordu. IQ’su 298’i gösteriyordu.

Annesi elinden tutup her yeri dolaşıyor/dolaştırıyor, çocuğunun üstün zekâsını ispatlamak için çırpınıyordu. Annesi, Elizabeth Chapman işsiz ve yalnız bir kadındı ve hayatını ona adamıştı. Çocuk, zorla kabul ettirilen bir kişiliğin yüksek gerilim hattında yaşamaya tahammül edebilir miydi? Harry Potter’ı seyrederken, birden, ‘‘Artık kendim olmak istemiyorum. Ölmek istiyorum’’ diye bağırmaya başladı, annesi onu bir kliniğe yatırdı.
Yüksek dozda aldığı ilaçla intihar girişiminde bulundu. Şimdi çocuk annesinin yanından alındı, başka bir yerde tedavi görüyor. Annenin acıklı gerekçesi beni çok üzdü:

‘‘Çok iyi bir anne olmak istedim, benim sahip olmadığım fırsatları, güzellikleri ona vermek için çalıştım. Toplum Harika Çocukları anlamıyor. Ayrıca onu anlamadığını söylemekten, itiraf etmekten korkuyorlar.’’

Yakın komşularından birinin söylediğine bakılırsa, ‘‘Çocuk annesinin her dediğini yapıyordu; çünkü onun sevgisini kaybetmekten ölesiye korkuyordu’’.

Doktorlar, eğitimciler tartışıyor. Gerçekten bu çocuk annesinin dediği gibi, ‘‘Yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük deha’’sı mı, yoksa yaptığı sahtekârlıkların itirafından sonra normal bir çocuk mu?

HARİKA ÇOCUK, çocuğun üstüne yüklenen bir ağırlıktır. Çocukluğunu feda eder, yaşanmamış yılların tortusu gün gelir onu rahatsız eder. Bu çocuklar büyük zihinlerinde küçük sıkıntıları dev bir probleme dönüştürürler.

Justin Chapman’in durumunu düşünebiliyor musunuz? Çocuklar dışarıda oynarken, o kendi kurduğu web sitesinde e-postalara cevap vermek mecburiyetindeydi. Justin Chapman’in yaşamını okurken Mozart’ı düşündüm. Harika Çocuk’un, küçücük yaşında piyano başından kalkamayışını hayal ettim. Bütün dünya, onun gözünde, siyah-beyaz piyano tuşlarından ibaretti. Herkesi hayrete düşürüyor, hayranlıklarını topluyor, babasının elinde bir başka salona doğru yürüyordu. Onun yaşamı müzik tarihinden çok, çocuk psikolojisi tarihinde yer almalı.

Ana-babalar, çocuklarını üstün zekálı görmeye eğilimlidirler. Sevginin doğurduğu bir sanıdır bu. Orgun tuşuna bassa, kulağı iyi, suluboya fırçasını bir renge batırsa resim yeteneği var, ayakta düzgün dursa baleyi çok seviyor yargılarına ne kadar çok rastlarız.” (1)
Neden bu kadar meraklıyız üstün zekâya ya da üstün yetenekli olma durumuna? Neden bu kadar takılıyoruz bunlara? Mutlu olmak huzurlu olmak kavramları nerede? Sevgi ne zamandan beri bir şarta bağlandı?

“Dünyanın en güzel, en özel, en değerli çocuğu bizim çocuğumuzdur. Onu bir şarta bağlı olmaksızın sevdiğimizi hissettirmeli ve onun tarafından sevildiğimizi bilmenin tadını çıkarmalıyız. Hayatımızı “keşke”lerle doldurmak yerine “iyi ki”lerle, “çok şükür”lerle doldurmalıyız. Rakamların ve unvanların büyüklüğüne değil bereketine inanmalıyız. Allah’ın (cc) hesabı bizim hesabımızdan daha büyüktür ve daha güzeldir. Bizim hayır sandığımız işlerde şer, şer sandığımız işlerde hayır olabilir. Bizler, başarılı olmak için elimizden gelen gayreti göstermeli ve takdiri Allah (cc)’a bırakarak tevekkül etmeliyiz.” (2)

Şartsız, koşulsuz, içten, samimi öze saygı duyarak sevelim biricik yavrularımızı. Unutmayalım ki onlar bize Mevla’nın çok özel lütufları, bu düşünceyle onlara bakışımıza çeki düzen verelim. İşte o zaman evladımızla birlikte yaşayabiliriz hayatın tatlarını, lezzetlerini…

Çocuklar birer masum melektir, masum meleklerinize sımsıkı sarılın, o tertemiz dünyalarına girmeyi başarın, berrak yüreklerinde doğru izler bırakın.

Psikolojik Danışman Zuhal GÜNEY

Yorum Ekle

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir